Müzik, sinemasal anlatıların ayrılmaz bir parçası gibidir. İlk çekilen filmlerden bu yana müzik kullanımı önemini korumaktadır, çünkü müzik, seyircinin duygularını güçlü biçimde uyandırıcı bir öğe olarak dramanın alımlanmasında hayati bir öneme sahiptir. Sinemasal anlatılar gelişim süreci içinden ele alındığında, sessiz filmlerin ilk dönemlerinde, görüntü ve müzik arasındaki ilişkilerin anlamsal olarak zayıf bağıntılarla kurulduğu ve bu zayıf ilişkilerin zaman içinde sistematik bir yapıya bürünerek anlam boyutuna daha çok hizmet eder hale geldiği görülmektedir. 1930’lardan itibaren ise özgün kompozisyonlar, giderek norm haline gelmiştir. Müzik ve görüntüler arasındaki algısal, duygusal ve bilişsel olarak her türlü ilişkinin yarattığı bağıntılar, psiko-fizyolojik değişimler üzerinden, filmin anlatım ve anlamını kurmakta ve bunun sonucu olarak da seyircisini kimi zaman uyarıp coşturarak, kimi zaman gevşetip sakinleştirerek ‘catharsis’e ulaştırmaktadır. Sinemasal anlatıya yetkin bir tasar
Music is an integral part of cinematic narratives. Usage of music has maintained its importance since the first films because, as an emotive element, music is of crucial importance in the perception of drama. In the earliest years of silent films, there was a weak semantic connection between image and music and this weak connection became more systematical in time to support the semantic structure. Starting from the 1930s, authentic compositions became norm. The connections created by the perceptual, emotional and cognitive relations between music and images construct the narration and semantics of the film through psycho-physical changes and, as a result, brings the audience a catharsis either by stimulation or relaxation. Articulating to the cinematic narration through a sophisticated design, music could provide psychological subtexts to the narrative and reveal inner dramatic aspects which are harder to read through film dialogues and images. That is the reason why music accompanies