19. yüzyılda kadın, gittikçe güçlenen eril bir söylem tarafından duygulara, fedakârlıklara, aile yaşamına ait olduğu savunulan “özel alan”a hapsedilir. Bu sayede kamu yaşamından olabildiğince dışlanır. Kadından beklenen, “iyi” bir eş ve anne olup ahlaklı ve yüksek eğitimli çocuklar yetiştirmesidir; çünkü ancak bu şekilde toplumun, “ideal” kabul edilen değerlere ulaşabileceği düşünülür. 19. yüzyıl Yunan ve Osmanlı toplumunda da kadın, “özel alan”a hapsedilir ve kendisine biçilen görevlerle, bu “özel alan” içinde en iyisini gerçekleştirmesi beklenir. Kadının özgürleşmesi, bir birey olarak var olması anlamına gelmez. Sözü geçen özgürlük, kendi alanı (özel alan) içine hapsedilmiş, erkek egemen yapıya – kimi zaman memnuniyetle – boyun eğen, egemen olan eril söylem tarafından üretilen ve gene bu söylemin çıkarlarına hizmet edecek olan bir “özgürlük”tür. Bu çalışmada, Yunanca ve Türkçe yayımlanmış ilk roman olarak kabul edilen iki metinde – Leandros (1834) ve Taaşşuk-ı Talât ve Fitnat (1872) – kadının konumu incelenmiştir.
In the nineteenth century, women are confined to a "private sphere" which is claimed that it belongs to emotions, sacrifices, and family life by a dominant masculinity. She is excluded from public life as much as possible. She is expected to be a "good" wife and mother and to teach to the children “right” values, because only in this way society is thought to be able to attain "ideal" values. In 19th century Greek and Ottoman societies women are confined to "private sphere" and are expected to perform their best in this sphere. The emancipation of woman does not mean that she exists as an i